Yağmacıları öldürmeli miyiz?

Yağmacıları öldürmeli miyiz?
Aslında bu başlığı “Çocuk istismarcılarını öldürmeli miyiz?” isimli kitap taslağımdan aşırdım. Doktora tezi bittikten sonra yapılacak 1001 proje kapsamında yavaş yavaş şekillendirdiğim şeylerden biri.

Hepimiz halen felaketin etkisi altındayız, insan aklını işine odaklamakta güçlük çekiyor. Esasında yazıyı da biraz (kısmen) başka şeyler düşünmek, kafamı dağıtmak için kaleme aldım. Karmaşıksa veya bir şeyleri yanlış ifade ediyorsa kusuruma bakmayın.

99 yılındaki acıyı hatırlayanların dejavu yaşadığı bir süreçten geçiyoruz. İnsanlara bunu hissettiren sebeplerden bir tanesi de depremden hemen birkaç saat sonra ortaya çıkan yağmacılar. Daha henüz kimsenin ne olduğunu anlamadığı saatlerde, otorite boşluğundan yararlanarak hırsızlığa ve yağmaya girişenler olmuş. Hatta ben bu yazıyı yazarken bile twitter’da yine benzer olaylar anlatılıyor. Tabi bir süre sonra yine sosyal medyada yağmacıların dövüldüğü, işkence gördüğü ve hatta öldürüldüğü görüntüler de dolaşmaya başladı. Bu görüntüler ekşisözlükte ve whapsapp gruplarında liste halinde keyifle izlenmek için sıralandılar. Hemen hepsinin belli bir etnik gruptan olduğu yönünde iddialar ortaya atıldı. Yine beklendiği üzere görüntülerdeki insanlardan bazılarının aslında hırsız ya da yağmacı değil depremzede veya depremzede yakını olduğu ortaya çıktı.

Olayların tartışmaya değer çok yanı var. Benim değinmek istediğim ise ne yağmaya karşı kendini savunan depremzedenin, ne yardıma gidip galeyana gelen halkın, ne de bu kişileri yakaladığı halde işkence eden kamu görevlilerinin durumu. Belli durumlarda elbette bu hareketlerden bazıları hukuka uygun da olabilir. Ama videolarda izlediğimiz ve takdir gören “istisnai” kural tanımazlık alışkanlığı trajik şekilde felaketin de sebebi zaten. Bu da başka bir konu.

Benim burada asıl bahsetmek istediğim şey ise telefonu, bilgisayarı başında bu videoları keyifle izleyen ve kemeriyle yağmacı döven polise veya kaçan yağmacıları linç ederek öldüren kalabalığa duygudaşlıkla, minnetle bakan insanların düşüncesi. Bu kişinin düşüncesine göre o çaresizlik anında bundan yararlanan “yağmacı kişi” yapılanları haketmiştir. Yani buna göre ideal hukuk düzeninde yağmacı kişi, tıpkı infial uyandıran diğer çocuk istismarı veya kadın cinayeti olaylarındaki gibi, zaten yargılandıktan sonra da aynı muameleye maruz bırakılmalıdır. Daha ağır hapis cezalarına mahkum olmalı ve hatta bazıları Taksim’de sallandırılmalıdır ki hem halkın içi soğusun hem de müstakbel katiller, çocuk istismarcıları, yağmacılar başına geleceklerden korkup vazgeçsinler.

Peki bu doğru mu? Yani içimiz soğur mu, soğumalı mı? Veya gelecekteki failler bu durumda gerçekten korkarlar mı? Böyle olayların ertesinde birçoğumuzda failin acı çekmesini, yaptığının kefaretini (mümkünmüş gibi) fazlasıyla ödemesini isteyen duygusal bir tepki belirir ama enkaz altındaki ailesinin sesini duymaya çalışan birinin eşyalarını çalan, soğukta giyecek, yiyecek hiçbir şeyi olmayan, ölümle boğuşan insanlara giden yardımın önünü kesen ve hatta daha sık tartışılan örnekte, küçücük bir çocuğu istismar eden, belki onu öldüren kişi nasıl bir cezaya veya ölüme maruz bırakılırsa bırakılsın, iç huzurumuz bu şekilde geri gelir mi? Bir daha böyle bir vaka yaşandığında huzurla geçen sefer gereğini yaptığımızı ve şimdi de yapacağımızı düşünebilir miyiz?

Böyle düşünebilmemiz için ilk olarak, bahsettiğimiz ikinci arzunun, yani gelecekteki faillerin cezamızın şiddetini görüp korkması ihtimalinin gerçekleşmesi gerekiyor. Aksi takdirde biraz kolaya kaçmış oluyoruz ki zaten “daha ağır cezalar” çözümünün hem toplumda hem de politikacılar arasında bu kadar çabuk kabul görmesi bu “kötü vakalara” duyulan hassasiyetten ziyade bu kolaycılığa dayanıyor. Çünkü bilim başka bir şey söylüyor: Ağır cezaların tek başına suçu önlemeye, azaltmaya yönelik bir etkisi yok. Hatta bir çok durumda artmasına sebep oluyor.

İkinci olarak bu ağır cezalar getiren politikanın sağlıklı işlemesi için, hele ki bu cezalar arasında ölüm cezası gibi bir seçenek varsa, adli sistemin çok sağlıklı işliyor olması gerekir. Çünkü ağır cezaların suçu önlemek gibi bir işlevi yoksa, iddiamız bunun adaleti sağlayacağı olmalı. Demek ki biz bu cezalandırmadan ek bir fayda beklemiyoruz veya bu önceliğimiz değil, adalet yerini bulsun, fail yaptığını desin istiyoruz. Ama bu arzumuzun gerçekleşmesi için suç oluşturacak fiillerin tespiti, araştırılması, delil toplanması, bir suç tipine uygun bulunması, failin adil bir şekilde yargılanması ve iyi incelenip gerekçelendirilerek ilgili hükmün kuruluyor olması gerekir. Yani özetle hem polisin, hem savcılığın, hem hakimin çok iyi çalışması hem de bu süreçte uygulanacak mevzuatın iyi bir şekilde hazırlanmış olması gerekir. Oysa sadece bizim ülkemizde değil, daha ideal düzenlere sahip olduğunu düşündüğümüz, daha zengin, gelişmiş, görece derin hukuk kültürüne sahip ülkelerde bile bu sistem ideal olmaktan çok uzaktır. Belki bu yazıyı okuyanların birçoğu ezberle mevzuatımızın iyi doluğunu ama doğru uygulanmadığını söyleyecektir. Bu yazı boyunca bahsettiklerim arasında uzmanı olduğum tek husus bu olduğu için cevap vereyim: Hayır. Ceza mevzuatımız dahi hiç yeterli değil.

Özetle, bir suçun failinin ne ağırlıkta cezayı hakettiği ayrı bir tartışma konusu, belli suçlarda ölüm cezasını dahi savunuyor olabilirsiniz. Fakat toplumda yargıya güven %30 civarında iken, yine aynı toplumun adalet için ağır cezalar arzu etmesi yukarıda ifade ettiğim gibi, adalet arzusundan ziyade üzerine pek düşünülmemiş bir kolaycılıktan ileri gelir.

Bu kolaycılığa düşmemek bilimin yardımına ihtiyacımız var. Ben bu yazıda konuya ilişkin önemsediğim noktalara değinirken iki uygulama örneğinden bahsetmek istiyorum.

Bunlardan ilki bir beyzbol teriminden esinlenerek isimlendirilen “Three-strikes law”. Bu yasa, üçüncü defa bir suçtan hüküm giyen kişiler için ömür boyu hapis öngörüyor ki bu söz konusu üç suçun ne tür suçlar olması gerektiği ABD’de bölgeden bölgeye farklılık gösteriyor. Bunların genellikle şiddet suçları olması gerekiyor. Fakat örneğin Kaliforniya’da ilk suçun belirlenmiş ağır şiddet suçlarından biri olması gerekirken, diğer ikisinde çok daha basit suçlar da söz konusu olsa fail ömür boyu hapse mahkum oluyor. Yasanın vadettiği iki şey var, birincisi cezanın önleme etkisine yönelik. Yasa, özellikle iki kere suç işleyen bir kişinin, ömür boyu hapse girmemek için artık suçtan uzak bir yaşam sürmesini sağlamayı vadediyor. İkinci olarak ise, bu “suçu alışkanlık edinmiş” kişiyi toplumdan uzaklaştırarak toplumu korumayı vadediyor. Suç işleyen, topluma zararlı kişi ömür boyu hapse mahkum edilerek “ayıklanıyor”. Bu yasa uzun süredir uygulandığı için, haliyle hakikaten de toplumdaki suç oranını azaltıyor mu, iki defa suç işleyenler gerçekten üçüncüden çekiniyor mu, düzenleme doğru kişileri “ayıklayarak” vadettiklerini sağlıklı şekilde gerçekleştiriyor mu, bilme imkanımız var.

Bu yasa bakımından en büyük tartışma konusu, Kaliforniya’da uygulandığı şekliyle, belli durumlarda büyük adaletsizliklere sebep olması. Öyle ki hayatında bir kez hata yapan fakat bundan ders alıp hayatını yoluna koyarken belli talihsizliklerden ötürü üç suçu işlemiş hale gelip gerçekten “kader mahkumu” olan binlerce insan var. Ömür boyu hapis en az 25 sene sonra şartlı tahliye imkanı demek, şu linkte kısa bir belgesel bırakıyorum, izlemenizi öneririm. Bu örneklerde yasa görüldüğü üzere “sağlıklı hücrelere” saldırıyor. Üstelik işin adalete ilişkin kısmı bir yana ekonomik olarak bir daha suç işleme ihtimali oldukça düşük birine ömür boyu cezaevinde bakmak, onun bakmakla yükümlü olduğu kişileri de sosyal yardımlara muhtaç etmek pek akıllıca değil. Burda uzun uzun ayrıntılarıyla bu sistemin düzgün işlemediği ve pek adil olmayan bu hikayelerden bahsetsem muhtemelen yasayı savunacak kişiler bu durumların kötü düzenlemelerden kaynaklandığını, bizim daha ağır suçlar ve belli şartlar için düzenleme yapabileceğimizi savunacaklar. Mantıksız değilse de naif bir düşünce. Çünkü buna benzer “gerektiğinden çok daha ağır” cezalandırma durumları böyle riskli bir yasa yokken bile bizim sistemimizde de mümkün. Yani “yasa yapma” mekanizmamıza da yargıya olandan daha fazla (teknik anlamda) güven duymak için pek bir sebep yok.

Bu bakımdan yasanın bir başka sakıncası, belli durumlarda hakimleri ceza vermekten çekinir hale getirmesi olabilir. Hakimler elbette bu durumu dikkate almadan önlerindeki mevcut olay bakımından yargılama yapamazlar. Yukarıda bahsettiğim görece basit üçüncü suçlar sebebiyle ömür boyu hapse mahkum edilen insanların, vicdanlı hakimlerce ömür boyu hapis cezası adaletsiz bulunacağı için, bu suçlar dolayısıyla cezalandırılmaması da söz konusu olacaktır. Ki bazen bu cezasız bırakılan suç hem göz yumulacak kadar basit hem de ömür boyu hapse sebep olacak kadar vahim olmayabilir. Bunların da cezasız kalmaya başlaması, ceza adaleti sistemine katkıdan ziyade yozlaşma getirir.

Adalete veya toplumun korunmasına hizmet edip etmediği bir yana, peki bu yasa suç oranını hakikaten düşürüyor mu? Bu soruya cevap veren (ve malum ortamlarda kopyasını bulabileceğiniz) iyi bir çalışma var ve cevap: Hayır.

Yedi yıllık veriyi inceleyen çalışmaya göre aslında hakikaten de yasa yürülüğe girdikten sonra Kaliforniya’da suç oranı azalmış, ama yasadan evvel de zaten düzenli şekilde azalıyormuş. Yasanın bu hıza pek bir katkısı olmamış. Çalışmada elbette sadece genel suç oranındaki azalma değil, yasanın daha evvel iki kere suç işlemiş insaların üçüncü suçu işlemesini engelleyip engellemediği de incelenmiş. Nihayetinde en beklenir etki bu olmalı idi. Fakat bu kişiler bakımından da ölçülebilir bir etki tespit edilememiş. Sonuç olarak çalışmaya göre yasanın suçu önleyici etkisi 0 ile %2 arasında çıkmış.

İşin trajik yanı bu yasa ile özellikle şiddet suçlarında azalma değil artış görülüyor. Bu konudaki “The Lethal Effects of Three‐Strikes Laws” isimli çalışmanın Abstract kısmının çevirisini olduğu gibi ekliyorum.

Three-strikes law daha önce ciddi şiddet suçlarından hüküm giymiş bazı suçlular için çok uzun hapis cezaları öngörmektedir. Yasaların cinayetleri artırması muhtemeldir çünkü cezaların ağırlaşmasından korkan bazı suçlular, direnişi ve kimlik tespitini sınırlandırmak için kurbanları ve tanıkları öldürmektedir. Eyalet düzeyinde çoklu zaman serisi tasarımıyla, yasaların kısa vadede yüzde 10-12, uzun vadede ise yüzde 23-29 daha fazla cinayetle bağlantılı olduğunu bulduk. Bu etki “Three-strikes law” uygulanan 24 eyaletin neredeyse tamamında ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, yasaların caydırıcılık ya da etkisiz hale getirme yoluyla suçları azaltıcı etkisi olduğuna dair çok az kanıt bulunmaktadır.

Yasanın asıl amacı suç işlemeyi alışkanlık edinmiş kişileri toplumdan uzaklaştırmak ya da caydırmak. İlk sorun toplumdan uzaklaştıracağı kişileri doğru seçememesi, çünkü hem kötü düzenlenmiş hem de yargı sistemi iyi işlemiyor. İkinci sorun ise diğer sebepler ortadan kaldırılmadan ağır ceza tehdidinin bu kişilerin suç işlemesini önlemek bir yana suçun şiddetini artırıyor olması. Şu yazıda Ray Fisman’ın ifade ettiği gibi, kişi üçüncü suçu işlemekten kaçınabilirse ne ala, ama üçüncü kez suç işlemeye karar vermiş bir faili düşünün. Bu kişi cezası pek farketmeyeceği için daha büyük suçlar işleyebilir, bir market yerine bir bankayı soymaya karar verebilir. Marketi soymaya karar verse bile, yakalandığında zaten ömür boyu hapse mahkum olacağı için kaçmaya çalışırken çok daha fazla şiddete başvuracaktır.

Özetle bu örnek çok akla yatkın dursa da suçu önlemek ve toplumu güvende tutmak bakımından hem tek başına oldukça yetersiz hem de doğru şekilde uygulanması oldukça zor bir fikir.

İkinci örnek ise David Kennedy’nin geliştirdiği “focused deterrence” şeklinde isimlendirilen ve başarısı kanıtlı yöntem (New yorker’daki şu makalede yöntemin uygulanış süreci iyi bir şekilde hikayeleştirilmiş). Kennedy’nin yönteminin denendiği örnekler genellikle çete suçlarıyla mücadele ile ilgili. Bu yöntemle Cincinati’de 48 aylık sürede çete bağlantılı cinayetlerin %48 oranında azaldığı tespit edilmiş. (Kennedy’den önce bölgede bizde de pek popüler olan “sıfır tolerans” yöntemi uygulanmış ve pek bir sonuç alınamamış. New yorker’daki makalede ayrıntısı var)

Bu yaklaşımın anahtar noktaları cezanın ağırlığından ziyade kesinliği ve çabukluğu. Kesinlik, işlenen suçtan cezalandırılma ihtimalinin yüksek olmasını ifade ediyor. Yani fail yakalanma ve cezalandırılma ihtimalini küçümsememeli. Çalışmalar göstermiş ki bu olasılık belli bir eşiğin altındaysa, cezaların hiçbir caydırıcı etkisi olmuyor. Fail bunu küçümsememelidir dememin sebebi toplumdaki cezanın kesinliğine dair algının da çok önemli olması. Yani cezanın suçu caydırması için sadece kesin olması yetmiyor; insanların algısının bu yönde olması da önemli.

Kennedy polislerle iş birliği içinde önce bölgedeki çeteleri ve çete üyelerini olabildiğince tespit etmiş. Daha sonra bunlarla iletişime geçerek, toplantılar düzenleyerek şiddete son vermemeleri durumunda onları kesin, hızlı ve sert cezaların beklediği konusunda uyarmış. Basit gibi görünse de yöntemin sonuçlarına bakıldığında bu tür bir direkt iletişimin gücü daha iyi anlaşılıyor. Ki bu toplantılarda çete üyeleri sadece caydırıcılık amacıyla tehdit edilmemiş, onlara kanaat önderlerince nasihat edilmiş, yasal bir hayata dönmek için iş bulma imkanı, yaşam koçluğu sağlamak gibi çıkış yolları da sunulmuş. Bu da aslında bizi ağır cezaların tek başına etkisizliğinin ve hapis cezasının faili gelecek suçlardan alıkoymak yerine tekrar suç işleme ihtimalini artırmasının en önemli sebeplerinden birine getiriyor. Cezanın caydırıcı olmasını beklerken seçenekleri olan ve bunlar arasından yanlış olanı seçen faili hayal ediyoruz, fakat birçok durumda eşit derecede cazip iki seçenekten bahsetmek mümkün değil. Hatta bazen diğer bir seçenek söz konusu bile olmayabiliyor. Kennedy’nin hem cezaların kesin ve çabuk geleceği hususunda ikna edici iletişimi, hem de “başka bir seçenek” sunması yöntemini inanılmayacak seviyede başarılı kılıyor.

Bu yağmacılık olaylarında da görüldüğü üzere toplumun tepkisi hemen göçmenlerin işlediği suçlara yöneldi. Elimde bununla ilgili bir veri yok ama diyelim ki hakikaten de suçların çoğunluğu göçmenler tarafından işleniyor. Ağır cezalarla caydırmak isteyen görüş diyor ki bunlardan yakaladıklarımızı hem hakettikleri için hem de ibret olsun diye ağır şekilde cezalandıralım. Fakat göçmenlerin işlediği suçlarda ana sebepler öncelikle sosyal ve ekonomiktir. Bunu olabildiğince ortadan kaldırmadan suç oranının bu çevrelerde azalmasını bekleyemezsiniz. Ayrıca suç işlememenin bir “seçenek” halini aldığı durumda dahi topluma entegre olmamış bireylerin bu bakımdan kaybedecekleri ilişkileri, sosyal statüleri vs. bulunmadığı için cezanın sonuçlardan daha az çekinirler (Mesela bu bakımdan cezaların ağırlığı ve kesinliği görevini ihmal eden kamu görevlileri için daha caydırıcı olabilir). Göçmen politikasını eleştirmek ayrı bir husus, ama sosyal entegrasyonu engellemek bunun ortaya çıkardığı sonuçları çok daha kötü bir hale sokuyor.

İfade ettiğim gibi ben bahsettiğim konuların uzmanı değil, ilgilisiyim. Ben ceza hukukçusuyum, suçun nedenlerini araştırmak ve sağlıklı çözümler ortaya koymak ise ceza hukukçularının işi değil. Sağlıklı bir sistemde, adalet sistemine işi bu olan insanların ortaya koyduğu çalışmalar yön verir. Hülasa suçun nedenlerini, nasıl önlenebileceğini, mevcut ceza adaleti sisteminin etkisini ya da etkisizliğini ölçmek için Kriminoloji alanında çalışan insanlara veri sağlamalıyız. Bu konuda Tuba Topçuoğlu’nun haklı talebini şu çalışmadan okuyabilirsiniz. 2015’te yayınlandı ama şu vakte kadar bir şey değiştiğini zannetmiyorum.

Bu yazının baştan beri ifade etmek istediği asıl şey bizim toplum olarak böyle infial uyandıran durumlarda yanlış şeyi talep ettiğimiz. Daha ağır cezaların, hele ki sağlıklı veriler ışığında iyi incelenmemiş, yeterince iyi işlemeyen bir yargı sisteminde dilediğimiz yönde bir katkı sağlaması mümkün değil. Bilim diyor ki, talep etmemiz gereken ilk şey daha “kesin cezalar”, yani kolluk kuvvetlerinin “iyileştirilmesi” ve hem soruşturmanın daha sağlıklı işlemesi hem de suçluların yakalanma ihtimalinin artırılması. Sonra daha iyi bir infaz sistemine ihtiyacımız var, bu da yine gerçek suçluların cezalandırma ihtimalini artırmalı. Yargıya güvenin anketlerde düşük olması da bu kesinliğe olan inancı düşürdüğü için cezanın caydırıcılığına engel teşkil ediyor. Haliyle sistemi iyileştirdikten sonra daha iyi bir “iletişime” de ihtiyacımız var. Suçun sebepleri elbette her bölgede kendine has özelliklikler de içerir. Veri sağlandığı takdirde yapılacak kriminolojik çalışmalar neticesinde bölge bölge suçluluğun sebepleri daha iyi araştırılacak, daha spesifik çözümler de söz konusu olacaktır. Asıl odak noktamız nasıl cezalandıracağımız değil, nasıl buna gerek kalmayacağı olmalı.

Yoksa, belli ki genellikle başka seçeneği olmayan veya bu seçeneği hiç düşünmeden yetişmiş, yaşamış insanları bir arada senelerce hücrelerde besleyerek iyi insanlara dönüşmesini ummamız gerekiyor.

Hem cezayı caydırıcı kılmak için hem de insanların doğru şeyleri talep etmesini haklı şekilde ummak için insaların hukuk sisteminden biraz daha fazla haberdar olması lazım. Hukuk okur-yazarlığı oldukça düşük bir toplumda yaşıyoruz. Oysa akademinin eğitim ve araştırmanın ötesinde bir görevi de yaşadıkları hukuk sitemini topluma anlatmak olmalı. Son yıllarda popüler bilim yayınları, platformları çok arttı. Hukukçuların da bu trendi takip etmesi gerekiyor. Benim de bunları böyle yarım yamalak da olsa kaleme alma sebebim buydu. Devamında biraz daha aşina olduğum kısma yaklaşarak, cezanın amacına dair bir şeyler yazmak istiyorum.

Yanlış, eksik ifade ettiğim bir durum varsa geri bildirimlerden mutlu olurum.

Yeni yazılardan ve içeriklerden haberdar olmak için mail listesine kayıt olabilirsiniz.

No spam, no sharing to third party. Only you and me.